Doğrudan Demokrasi DeneyleriÖzyönetimTarihten bugüneToplumsal Değişim

Halil İbrahim Özkurt/ MATEMATİK, DEMOKRASİ ve ALZEİMER

Başta bilim olmak üzere sosyal, ekonomik, kültürel vb. alanlarda karşımıza çıkan problemleri çözmek için kullandığımız yöntemdir matematik. Yanı sıra; günlük yaşamlarımızda da kişisel sorunlarımızı çözmek adına sürekli kullanırız. Yani, yaşamımızın her anında neredeyse nefes almak kadar gereksinim duyduğumuz bir yöntemdir. Okuma yazma bilmeyen kişiler bile çarşıda pazarda parmakları ile sayarak kullanırlar matematiği. Kısacası, her insan, günlük yaşamının her bölümünde (Evde, işte, mutfakta, çarşıda, pazarda) işlerini yürütebilmek, sorunlarını çözebilmek için yöntem olarak matematiği kullanmak zorunda.

Matematik gibi DEMOKRASİ de, aile içi sorunlardan tutun da yine sosyal, ekonomik, kültürel vb. toplumsal yaşamlarımıza ilişkin tüm sorunlarımızın çözümünde işletmek zorunda olduğumuz diğer bir yöntemdir.

DEMOKRASİYİ İŞLETİYOR MUYUZ ACABA?

Türümüz, analitik ve duygusal zekâsı nedeniyle, bilinçli şekilde A’dan Z’ye her tür iyilik ve kötülük yapma kapasitesine sahip tek canlıdır. Karl Marx, boşuna “İnsanı insan yapan içinde bulunduğu üretim ilişkileridir” dememiş. Aslında “sosyal, ekonomik, kültürel yani toplumsal ilişkilerin bütünüdür” demiş olsaydı daha isabetli olurdu. Zira atalarımızın yalnız yaşamaları olanaklı değildi. Fiziksel olarak çok zayıf oluşları, kadının uzun hamileliği, çocukların yaklaşık 12 yıl anne, baba ve topluluğa bağımlı olması, yaşlıların muhtaçlığı… gibi nedenleri de vardı. Bu nedenle neslini sürdürebilmek için yalnızca üretim ilişkileri değil, iyiliğin egemen olduğu sosyal, ekonomik, kültürel ilişkiler bütünü olan komün yaşamını inşa etmişlerdi.  Dahası, aralarından kötülük yapan, kişisel çıkar gözetmeye kalkan olursa bunlara fırsat tanımazlar, topluluktan kovmakla tehdit ederlerdi. Ama bunların kendi yaşadığı topluluk dışında gidecek başka yeri yoktu. Başka topluluklar bunları içlerine almazlardı. Yalnız da yaşayamayacaklarına göre, herkes topluluğun kurallarına uymak zorundaydı ve her topluluk kendi koşullarına uygun demokratik kurallar geliştirmişti. Tekdüze kurallara göre yaşayan komün toplulukları da değillerdi.

YERLEŞİK YAŞAMA GEÇİLMESİ

Her toplum, kendi koşulları gereği adı konmamış bir demokrasi uygulamakta ve içinde yaşadıkları sorunlarını ortaklaşa geliştirdikleri demokratik komünal yöntemlerle çözmek zorundaydılar.  Karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve iş birlikleri ise tamamının geliştirdiği ortak değerlerdi. Yani atalarımız demokratik komün yaşamlarını içgüdüsel değil bilinçli işletmekteydiler. Derken, günümüzden on bin yıl önceleri, başta Bereketli Topraklar olmak üzere bazı verimli alanlarda bitkileri ve hayvanları evcilleştirerek yavaş yavaş doğaya da egemen olmaya başladı türümüz. Yerleşik yaşam dediğimiz söz konusu süreçte bir dizi yeni teknik de geliştirirler. 4-5 bin yıl geçtikten sonra, muhtemelen Bereketli Topraklarda yaşayan yerleşik yaşam toplumlarıyla avcı toplumlar arasında süren çatışmalar büyüyerek devlet denen bir aygıtın kurulmasına neden oldu. Türümüzün toplumsallığı yani ortaklaşa kurdukları demokrasi kültürü ve komün yaşamları bozuldu ve bir daha onarılamadı.

 Artık, toplumun genelini ilgilendiren alanlarda tek karar verici devlet    oldu.  Özel mülk de edinen zamanın devlet yöneticilerinin ilk uygulamaları ise, kadını ve esirleri köleleştirmek, halkı ise vergiye bağlamak oldu. Kısacası, devletin inşa edildiği alanlarda komün yaşamları tamamen bozuldu ve günümüzde tüm gezegeni sarıp sarmaladı.  

Devleti sahiplerinin verdiği anti demokratik, baskıcı kararlara itiraz eden, başkaldıranlar ise şiddetle cezalandırılmaya başlandı. İşte o günlerden beri insanlık deyim yerindeyse belini doğrultamıyor.

Günümüzde bozulmayan yaşam alanları kalmadı ve tüm çabalarımız onarmaya bile yetmemekte. Çünkü devletle birlikte toplumsallığımızı, toplumsal kültürümüzü, gerçek demokrasi olan doğrudan demokratik kültürümüzü, karşılıklı dayanışma, yardımlaşma ve iş birliklerimizi kaybettik ve “yazgımızı” profesyonel temsilcilerimize ve mülk sahipleri de olan devletin sahiplerine terk ettik. Bu nedenle kötülük kazandı ve günümüzün kötülerinin hem emekçi büyük insanlığa hem de diğer canlı doğaya verdikleri zararları acımasız boyutlara ulaştı.

Emekçi insanlık elbette seyirci kalmadı ve en başından itibaren onca köle ve köylü isyanları, başkaldırılar ve kapitalizme karşı toplumsal devrimler yaşattı. Ne var ki, hiçbiri yeniden toplumsallaşmamıza yetmedi. Bu noktaya geliş, devleti kaçınılmaz ve ilerlemeci bir süreç olarak tanımladığımız için “İşçi sınıfı ya da komünist temsilciler yönetirse devleti sönümleyebilir ve komün yaşamı inşa edebiliriz sandık”. Ne var ki, Yaşanan süreçte, devletin sönümlenmesi şöyle dursun, daha da güçlendirildi. Uyarılara karşın, Devleti her kim yönetirse yönetsin güçlendirileceğini, kirleneceğini ve yozlaşacağını fark edemedik. Ele geçirmeden sönümlemeyi ise bir türlü akıl edemedik.

 Nedense, hâlâ akıl edemediğimiz için iktidarcı örgütler kuruluyor, (Parti, sendika, dernek, meslek örgütleri gibi) her şeyi en iyi bildiklerini sandığımız ve nedense sınırsız güven duyduğumuz profesyonellerin yönetimlerine teslim etmeye devam ediyor, yozlaşacaklarını kabullenemiyoruz. Üstelik ulus devletlerin inşa sürecinde temsili demokrasi ile başlatılan ve günümüze değin süren kamusallığın tasfiye sürecini yaşamaktayız. Artık devletler şirket devlet yoluna sokulmuştur günümüzde ve temsili demokrasiden bile uzaklaştırılmaktayız. 

Oysa, gerçek demokrasi matematik gibi nefes almak kadar günlük yaşamımızın her safhasında, her yerde, evimizde, yaşam alanlarımızda, çalışma alanlarımızda sorunlarımızı çözmek için bireysel olarak kullanmak zorunda olduğumuz biricik yöntem. Çarşıda, pazarda kimse bir diğeri adına hesap ödemediği ve kimse bir diğeri adına nefes alamadığı gibi, günlük sorunlarımızın çözümleri dahil komünal yaşam için karar süreçlerine birey olarak doğrudan katılabileceğimiz, doğrudan demokratik örgütlenmeler keşfedemedik. Yani, kuracağımız örgütlerimizin karar süreçlerine bizzat kendimiz aracısız ve temsilcisiz katılmamız gerektiğini anlayamadık.

 Sorunların çözümlerini profesyonel örgüt yöneticilerimize ve devleti yöneten temsilcilere havale ettiğimiz, yani binlerce yıldır demokrasiyi işletemediğimiz ve toplumsallıktan tamamen uzaklaştırıldığımız için Dünyamızda her dakikada on bir insan açlıktan ölüyor, yılda on binlerce canlı türü yok ediliyor. Ülkemizde ise, açlık ve sefillik diz boyu yükselirken, hemen her gün bir kadın, eşleri ve yakınları tarafından öldürülüyor, canlı doğa yok ediliyor, işçi sınıfı acımasızca sömürülüyor. Kısacası, saymakla bitiremeyeceğim kötülüklerin içinde süründürülmekteyiz. Bir yanda açlık ve yoksulluk sürerken diğer yanda tuzu kuru kardeşlerin miras kavgasına tutuştuğu garip bir yaşamın içinde debelenip duruyoruz.

 Sorunlarımızın çözümünü temsilcilerle sürdürecek miyiz ya da zaman varken gidişi durduracak mıyız? Bırakalım diğerlerini, havamız, suyumuz ve toprağımız yani bu üç temel yaşam kaynağımız bile tüm direnişlerimize karşın kâr adına kirletilip kanserleştiriliyor.

Bu vb. kepazeliklerden kurtulmanın tek yolunun yeniden toplumsallaşmaktan geçtiği kesin. Toplumsallaşmak için ise, tüm sorunların çözüm yöntemi olarak DEMOKRASİYE başvurmak zorunda olduğumuz da kesin. Bir insan 3 dakika nefessiz, 3 gün susuz, 60 gün aç kalırsa ölür. Demokrasisiz daha ne kadar zaman yaşayabileceğiz? İşte bu sorunun yanıtını veremiyoruz. Yaşatılanlar ve küresel iklim krizi sanırım bir ipucu vermekte. Ama kesin olan bir şey var ki, önlem alamaz, ademi merkeziyetçi, demokratik-komünal öz yaşamlar kuramazsak bu gidişle yapay zekâ bilimini sahiplenenlerce geriye dönüşü olmayan yıkımlarla yüz yüze kalacağız. Bu süreç başlatıldı bile.

 Oysa bu olumsuz gidişi durdurmak, toplumsal bir varlık olarak barış içinde DEMOKRARTİK -KOMÜNAL yaşam olanaklı. Bunun için; herkesin, her insanın içinde yaşadığı sorunlarının çözümüne ilişkin karar süreçlerine aracısız ve temsilcisiz olarak doğrudan katılması gerekiyor. Ne var ki, karşıdevrimle inşa edilen devlet, aracısız ve temsilcisiz yönetilemeyeceğine göre, ele geçirmeden sönümlemek zorundayız. Yani yerellerimizi ademi merkeziyetçilikle yöneterek. Çünkü sadece yerellerimizi karar süreçlerine doğrudan katılarak birlikte yönetebiliriz. Devleti ise, yerellerin birliğinden oluşan özyönetimlerimize dayalı komünler federasyonu inşa ederek parçalayıp ele geçirmeden sönümlendirebiliriz.  

Üstelik, komünal yaşam işçi de olsa bir sınıfın inşa edebileceği bir yaşam değildir ve olamaz. Komünal yaşamı farklı özelliklere, yeteneklere sahip olan ve kapitalist sistemin ürettiği sınıflar ve katmanlardan oluşan emekçi büyük insanlığın ortak eseri olabilir ancak. Ayrıca, komünal yaşam her şeyden önce bugünden karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve iş birliklerinin örülmesini gerektirir. Bunun için sadece işçi sınıfı değil, büyük insanlık yaşam alanlarında söz konusu değerleri içeren örgütlenmeler kurabilir, olası bir devrim sonrası komünal yapıyı hep birlikte örebiliriz. 

Dediğim gibi, insan toplumsal bir varlık olmasının yanı sıra her birimiz farklı yeteneklere sahibiz ve içinde yaşadığımız sorunlarımızı ortaklaşa çözebiliriz. Başka seçeneğimiz yok. Bunun için profesyonel temsilcilere ve aracılara da ihtiyacımız yok. Zaten, aracılar ve temsilciler sürekli mülk sahiplerinin yanı sıra kendi çıkarlarını koruyup kolladılar ve bu işi devlet denen güç aygıtıyla yaptılar. Kısacası her tür iyilik ve kötülük yapma kapasitesine sahip olan insanlara yetki verilmemeli. Günümüze değin sosyalistlerden faşistlere, dincilere değin devletleri yöneterek insanlığın ortak çıkarı adına işlev gören hiç olmamıştır. Kendimizi kandırmayalım, bundan böyle olma ihtimali hiç yok.  Hz. Muhammed’in bile iktidar kavgası nedeniyle cenazesine 17 kişinin katıldığını anımsatırım.

 Kısacası, karşımıza çıkan tüm sorunları ortaklaşa çözmekten, gerçek demokrasi olan doğrudan demokrasiyi amasız, fakatsız, temsilcisiz, aracısız işletmekten başka seçeneğimiz yok.

 “Kötülük yapmak isteyenler yine de olacak, bunlar nasıl önlenecek”? diye bir soru sorulabilir. M. Bookchin, ilk komün toplumlarında olduğu gibi, “Bunları topluluktan yani yaşam alanından uzaklaştırmak mümkün ama gideceği topluluk gelen kişiyi geldiği topluluğa sorar ve aldığı olumsuz yanıt üzerine kabul etmez, geri gönderir” biçiminde bir yanıt verir. Geri gelen kişi sanırım kötülük yapmak için bin kez düşünmek zorunda kalır. İşte bu, kötülüğün etkisiz kalmasına, iyiliğin kazanmasına neden olur ve zamanla kötülükler alabildiğine azalır.

İNSANLIK ALZEİMERDEN KURTULAMAZSA SORUNLARINI ÇÖZEMEZ.

Alzheimer başlangıcı yaşayan insan, uzak geçmişini anımsasa da yakın geçmişini unutmaya başlar. Zamanla uzak geçmişini de unutur. İleri aşamalarında ise tümden unutkan olur, dışarıya yalnız çıksa evin yolunu bulup geri dönemez hale gelir.

Günümüz insanlığının ezici çoğunluğunun değişken aşamalarda Alzheimer benzeri konumda olduğunu düşünüyorum. Günümüzden yaklaşık üç bin yıl önce üretilmeye başlayan tek Tanrılı semavi dinler ve dinlere bağlı yaradılış savı maalesef inananlar için geçmişin unutulması bile değil -daha da vahimi- bilinmemesi demektir. Çünkü Dünya’nın, İslam’a göre 7 bin, Hristiyanlığa göre ise 6029 yıl önce yaratılmış olduğu; İnsanlığın atası sayılan Âdem ile Havva’nın cennetten kovularak Dünya’ya gönderildiği ve insanlığın onlardan ürediği ileri sürüldü. Bu, yaradılışa inananların tamamının “Alzheimer” olduğunun kanıtıdır. Üstelik bu insanlar, içinde yaşadığımız devletli yaşamı insanlığın normali sanmakta ve seçkin bir zümre tarafından sürü gibi yönetilmeyi olağan görmekteler.

Bilimin ve Evrimleşmenin bilincinde olanlarımızın ise, ne kadarımızın türümüzün yaşadığı kültürel süreçleri doğru bildiğimiz sorgulanmalı. Sosyalist olduklarını söyleyenlerin çoğu bile, ilerlemeci ve Avrupa merkezci tarih bilgileri ile yetinmekteler. Onlar için geçmişimiz; İlkel komünal toplum, Köleci toplum, Feodal toplum ve günümüzde de Kapitalist toplumu yaşamakta oluşumuzdan ibaret. Hatta ilk devletin ihtiyaçtan üretildiğini ileri sürüyorlar. Oysa, devletin zorla kurulduğu kesin. Üstelik Antropoloji bilimi türümüze ilişkin sürekli yeni bulgularla geçmişimizle ilgili bilgiler bularak, insanlığın ileri sürüldüğü gibi ilerlemeci bir tarihi geçmişinin yaşanmadığını yani tekdüze olmadığını, daha düne kadar Kuzey Amerika ve Avusturalya’da Neolitik yaşama geçişin bile olmadığını, köleliğin yine tüm Dünya’da yaşanmadığını da kanıtladılar.

Konuyla ilgili tartışmalarımda, kendisini Marksist olarak tanımlayan, üniversite çıkışlı bazı arkadaşların; türümüzün Afrika, Amerika ve Avusturalya’da ayrı ve birbirlerinden bağımsız olarak türemiş olabileceğine inandıklarına tanık oldum ve şaşırdım.

 Kısacası, insanlığın çoğu “Alzheimer. Tıbben Alzheimer olanları tıp bilimi bir zaman sonra belki kurtarabilir ama, tarih bilincini kaybedenlerin kurtulmasının yolunun POLİTİKA YAPMAKTAN geçtiği kesin. Zira politika yapmak demek; her şeyden önce insanlığın kendi kültürel geçmişini-tarihini ve evrimi, öğrenmesi, bilmesi demektir. Nereden, nasıl geldiğini, hangi süreçlerin yaşandığını bilen insan, yaşadığı sorunların kaynağını bileceği için kurtulmanın yolunu da bulur. Bunun için zihinlerin ideoloji ve inançlardan boşaltılarak özgürleştirilmesi, örgütlenmelerin ise, ideolojilere göre değil, özgürleşen zihin ve öz bilince sahip insanların müzakereler yoluyla işletilebileceği öz örgütlenmelerle olanaklı olabileceğini anlamak gerekir. Aksi halde politika yapan azınlık bir zümre kanalıyla yaradılışa ve ideolojilere inananların sayesinde sürü gibi güdülmekten-yönetilmekten kurtulamayız. Sağlı sollu sürü sahipleri de insanlığı istediği gibi yönetir, işgücümüzü ve yaşam kaynağımız olan doğayı kazanç adına sömürmeyi ve sömürtmeyi sürdürürler.

Anlatmaya çalıştığım gibi günümüze değin iktidar olmayan inanç ve ideoloji olmadı ama sorunlar her geçen zaman daha da büyüdü. Kısacası, İktidar olmak için değil Ademi merkeziyetçi özyönetimler için örgütlenmeliyiz ki, devleti özyönetimlere dayalı komünler federasyonu şeklinde sönümleyebilelim.

İlgili Makaleler

5 Yorum

  1. Sevgili İbrahim son yazını okudum katıldığım noktaları değil esas olarak belirsiz olan bölümleri anlatmak istiyorum.
    Bu konunun en önemli yanılgılarından birisi insan merkezci düşünmektir. Örneğin senin yazındaki bir cümleni ele alalım.
    ”Yani atalarımız demokratik komün yaşamlarını içgüdüsel değil bilinçli işletmekteydiler. Burada gizlenen gerçek – demokrasi kavramını şimdilik bir tarafa bırakırsak- komün yaşamının sadece insana özgü olmadığını söylerken (bu konuda sanki bir tereddüt hissettim) bu eylemin insanda bilinçli fakat diğer canlılarda içgüdüsel olduğunu anlatıyorsun. Bilinç ve içgüdü kavramlarını anlamıyla kullanmak için tanım gerektirir. Ben bilinci doğal bir mekanizma içgüdüyü ise herhangi bir sinirsel iletim olarak duygu olarak tamımlarım. Ancak içgüdü kavramı o kadar çok duyguyu anlatır ki hangisi olduğunu anlayıp anlatmak gerekir. Bu konuda senin kullandığın ”işgüdü”ün genel olarak söylenmesi özel bir anlam ifade etmiyor benim için.
    Tıpkı ”her tür iyilik ve kötülük yapma kapasitesine sahip olan insanlara yetki” cümleciğindeki ”iyilik ve kötülük” ikilemi de hem ”dini terimler” olarak hemde herhangi duygu terimleri olarak fazla işlevli gözükse de yine hava da kalmış hissi verdi bana. Bu mücadele iyilerle kötüler ikilemi olarak bakılırsa senin din konusunda anlaattığın konuma geliriz.
    ”İNSANLIK ALZEİMERDEN KURTULAMAZSA SORUNLARINI ÇÖZEMEZ”
    Evet biyoloji kısmen doğruları anlatabilir. Ancak yapay zeka ile ”tıpta” ilginç ilerlemeler kaydediliyor. Tıp, artık bir zanaat olmaktan çıkıp üç temel doğa bilimine giderek o bilimlerin daha da ileri gitmesiyle birlikte gelişerek multi disipliner olan bilimin iş bölümünü ayrılığını iş birliğine çevirmeye doğru hızla yol alarak dahil oluyor.

    ”Daha düne kadar Kuzey Amerika ve Avusturalya’da Neolitik yaşama geçişin bile olmadığını, köleliğin yine tüm Dünya’da yaşanmadığını da kanıtladılar. Alzheimer başlangıcı yaşayan insan, uzak geçmişini anımsasa da yakın geçmişini unutmaya başlar.”
    Cümlelerinde bilimin çok disiplinli yapısının yanlış yorumlanması var gibi.
    Diğer kısımlardaki çabanı kutlarım, yazıların giderek oldukça gelişmiş.

    1. Sevgili Hasan ilgin ve eleştirilerin için teşekkür ederim. Ben,” atalarımız demokratik komün yaşamlarını içgüdüsel değil bilinçli işletmekteydiler” dememin nedeni; hayvanların da içgüdüsel olarak aralarında dayanıştıkları nedeniyle söyledim. İnsanların da dayanışmaları özünde içgüdüsel olabilir ama demokratik komün yaşamlarını bilinçli şekilde inşa ettiklerini söyledim. Malum hayvanların bilinçli demokratik komün yaşamları yok.

      İnsan duygusal ve analitik zekaya sahip olduğu için karşılaştığı her tür olaya, soruna önce duygusal tepki verir. Şayet kendisine zaman tanırsa olay ve sorun analitik zekâ bölümüne de ulaşır ve mantık ile duygu arasında gidip gelişler yaşar ve son kararını verir. Son verdiği kararın duygusal yanı ya da mantık yanı ağır basabilir ve sonuç doğru ya da yanlış olabilir diye düşünüyorum.

      İyilik-kötülük kavramlarını insanın kapasitesini anlatmak için kullandım. Marks’ın tespitini de bunun için paylaştım. Kötülüğün sönümlenmesinin yegane kurumları olarak doğrudan demokratik öz örgütlenmeleri işaret ettim.

      Çevremde Alzheimer olanların sürekli uzak geçmişlerinde hikayeler anlatırlarken birkaç gün önceki yaşadıklarını ve söylediklerini anımsamadıklarını gözlemledim

  2. Değerli İbrahim,

    Biçim ve içerik açısından “deneme” kıvamındaki yazın okuyucuya da düşünme için alan bırakıyor .Kuşkusuz ,Ülkemizde son iki ayda tanık olduğumuz kitlesel eylemler ve direnişler de ele aldığın konulara zenginlik katabilecek karakterde.

    Teşekkür ediyor, zihnine ve kalemine sağlık diyorum.

  3. İbrahim, Günümüzü değerlendirme sonuçlarına ve önerilerine katılıyorum. Ama geçmişe bağlama ve geçmişi değerlendirmene katılmıyorum.
    ” atalarımız demokratik komün yaşamlarını içgüdüsel değil bilinçli işletmekteydiler” iddian gerçekçi değil. İnsanlık yeni doğmuş, yönetim ve örgütlenme konusunda hiçbir deneyimleri yok, başka toplum biçimi görmemişler. Ama komünal toplumu bilinçli seçiyorlar. İnandırıcı ve bilimsel değil. Az sayıda ve kandaş olan insanların başka seçeneği yoktu, kendiliğinden komünal yaşadılar. Nüfus çoğalıp kandaşlık zayıflayınca, bireysel çıkarlar ve arzular belirginleşti
    Devletin kuruluşunu yalnızca “Yerleşik yaşam toplumlarıyla avcı toplumlar arasında süren çatışmalara” bağlıyorsun. Yerleşik toplumlar arasında çıkar çatışması olmadığını mı sanıyorsun? Toplumlar arası çatışmalarda, tüm bireylerin çıkarcı, bencil olmasının büyük etkisi varıdr. Sen yani “Az sayıda insan çıkarcı ve bencildi, onlar iiyi olan çopunluğuı egemenlikleri altına aldılar” görüşünde misin?
    Günümüz insanları için “Alzheimer” tanısı koyman da hiç uygun değil. İlk devletin kurulmasından bu yana binlerce yıl geçmiş, ilk insanlar çoktan unutulmuş. Sen de o yılları anımsamıyorsundur. İlk devlet kurulduktan sonra, hadi ilk yüzyılı da ekleyelim, o zamanın insanları komünal yaşamı anımsamamış, komünal yaşama dönmeyi istememiş, sen “günümüz insanları neden anımsamıyor?” diyorsun.

    Günümüzde kurulacak komünal toplum ile ilk komünal topluluklar arasında büyü farklar olacktır. Geçmişi bırakıp, günümüz koşullarında komünal ve doğrudan demokratik toplum önerileri getirsen daha doğru olur. Sanırım, Marx gibi,” kapitalizmden sonra mutlaka komünizm gelecek” görüşünde değilsin.

  4. Sevgili Alişan Bir konuyu bizlere açıklamanız gerekiyor ilk devlet Sumer tapınak devleti ne zaman kuruldu ve Hammurabi kanunları ne zaman yazıldı? Bu soruyu sormamın sebebi şudur: Eğer kronolojik olarak tespit edilmez ise ”İlk devlet kurulduktan sonra, hadi ilk yüzyılı da ekleyelim, o zamanın insanları komünal yaşamı anımsamamış, komünal yaşama dönmeyi istememiş” deme hakkını ”belki” bulabilirsin.

    Saygılarımla…

SACİT YÖRÜKER için bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu