Gün Zileli / 1 Mayıs’lar Üzerine Değinmeler…
Anarşizm üzerine Yazılar, Devrim ve Sosyalizm Sorunları
31 Mayıs 2012 / Gün Zileli / Edit
(Yeni Harman Dergisinin Mayıs 2012 sayısında yayımlanmıştır.)
1 Mayıs şenlikli bir şekilde kutlandı. Bence geçen yılki gibi bu yılki 1 Mayıs da bir gerçeği açıkça ortaya koydu. Devlet de, örgütler de tekelcilik peşinde koşmadıkça, “bu alanda benim borum öter, benim otoriteme boyun eğilir” demedikçe ne olay çıkar ne de çatışma olur.
Devletin, iki yıldır bu tür saçma bir tekelcilikten vazgeçmesi ve alanı kutlamalara açması bunu göstermiştir. Yıllar yılı bu alanı insanlara kapatarak halt edildiği, boşuna çatışmalara yol açıldığı açıkça ortaya çıkmıştır. Acaba devlet denen hafızasız yaratık bunu görüyor mu? Yoksa bu sadece taktik bir geri çekiliş mi?
Peki ya örgütler? Örneğin 1 Mayıs 1977’deki örgüt tekelciliği iddialarının o büyük provokasyona yol açtığını sol adına bugün de varlıklarını sürdüren örgütler yeterince değerlendirmekte midirler? Yoksa onlar da sadece artık böyle bir tekelciliğin koşullarının bugün için olmadığını fark ettikleri için mi böyle bir tekel ve otorite talebinde bulunmuyorlar? Yarın, kendisi açısından uygun koşulların doğduğunu gören bir örgütün yeniden “bu alana sadece benim izin verdiklerim girer” demeyeceğinin garantisi var mı? Ya da böyle bir dayatmaya karşı herhangi bir örgütün bir meydan savaşını göze almayacağı konusunda içimiz rahat mı? Örgütlerin çoğulculuğu içselleştirdiklerini sanmıyorum. Bugünkü çoğulculuk manzarası sadece güç ilişkilerinin bir sonucu gibi geliyor bana. Temelde anlayışların değiştiğinin göstergeleri çok zayıf.
Hayatın kendisi çoğulcudur. Eğer herhangi bir otorite kendisini zorla dayatmazsa ya da bunu dayatacak koşulları yoksa veya geçici bir taktik geri çekilme içindeyse kaçınılmaz olarak ortaya hayatın bu doğal, çoğulcu görüntüsü ortaya çıkar. Bin bir çeşit eğilim bayraklarıyla, sloganlarıyla meydanda yan yana yer alır. Bakın, omuz omuza demiyorum. Gerçek çoğulculuk, yan yana olmaktan çok omuz omuza olmaktır aslında. Dünkü manzara ise, omuz omuza olmaktan çok yan yana olmaya benziyordu. Güç ilişkileri dolayısıyla birbirine zorunlu olarak tahammül etme hali, birbirine değmeden, hatta birbirini görmezden gelerek bir arada bulunma hali. Buna rağmen hayatın çoğulculuğunu, sayısız eğilimin bir arada bulunabildiğini görmek güzeldi.
Çoğulculuk ve özinisiyatif, yazılı slogan ve pankartlarda da kendini gösteriyordu. Örgütlerin slogan ve pankartlarının yanı sıra çok sayıda küçük grubun kendi özel slogan ve talepleri de dikkat çekiyordu. Hatta bunların bazıları tamamen bireysel yaratımların ürünü bile olabilir. Bu da güzeldi. Binlerce talep ve slogan dalgalanıyordu alanda. Tekelci örgüt dayatmasının kırılması, Türkiye devrimci hareketinin bir aşama yaptığının göstergesi bence. Devrim, binlerce, on binlerce talebin dile getirilmesiyle, küçük ve özel olanın genel olan tarafından boğulmamasıyla ilerler.
Öte yandan, bu talepler meselesini de abartmamak gerektiğini düşünüyorum. Talep çoğulculuğu güzel de, devrimin taleplere tabi kılınması pek hoş bir şey değil. Çünkü aslında talep, bir yönüyle sistemle çatışmayı getirir ama bir yönüyle de sisteme bağlanmayı ifade eder. İşçinin ücret talebinde bulunması bir uyanışın ifadesi olduğu kadar, işçinin ücret sistemine bağlanmasının yolunu da açabilir. Bu yüzden sistemin egemenleri, hem bu taleplerden rahatsız olurlar hem de uzun vadede bu taleplerin kendi sistemlerinin egemenliğinin kabulü anlamına geldiğini çok iyi bilirler.
Bu yüzden devrimci mücadele, talepler konusunda biraz mesafeli bir tutum almalıdır diye düşünüyorum. İnsanların doğal eğilimleri elbette kendi özel çıkarları doğrultusunda talepleri için mücadele etmektir, bu iyi bir şeydir de üstelik. Ama devrimci mücadele bir yandan da insanların taleplerin ötesine geçmesini, giderek taleplerden kopmasını savunmalıdır.
Basit bir örnekle açıklamaya çalışayım. İşçiler elbette ücretlerinin artmasını talep edeceklerdir, bu yönde örgütlenecek ve bunun mücadelesini vereceklerdir ama aynı zamanda işçilerin, ücretin ortadan kalktığı özgürlükçü bir toplum için mücadele bilincini geliştirmeleri gerekir. Hatta esas mücadele bu olmalıdır. Bununla, ufuklardaki bir “devrimci iktidar” için mücadeleye girişmek gerektiğini söylemek istemiyorum. Bu tür mücadelelerin ne gibi sonuçlar verdiği, işçileri daha beter bir ücretli köleliğe mahkûm ettiği deneylerle sabittir. Benim kastettiğim, ücretli köleliği bugünden ortadan kaldırmak yönünde bazı deneylere girmek gerektiğidir.
Nasıl olacak bu, bir “devrimci iktidar” öngörmediğimize göre; kapitalizm şartlarında böyle bir şey mümkün müdür? Bence mümkündür. En azından bu denenmemiş bir yoldur ve toplumun çeşitli kesimleri bugünden bu tür deneylere girişmelidirler. Örneğin belli bir işyerindeki işçiler, bir yandan patronu ücret arttırma talebiyle sıkıştırırken, bir yandan da ücrete ve paraya tabi olmayan kolektif dayanışma örgütlenmelerine gitmelidirler. Örneğin bu dayanışma örgütü (ki, sendika da başlangıçta böyle bir işçi dayanışma örgütüydü aslında) işçilerin ücrete bağımlılığını azaltacak bir mutual aid (karşılıklı yardımlaşma) ağı oluşturmaya girişmelidir. Önce son derece basitten başlayarak. Örneğin, işçilerin beslenme ve barınma ihtiyaçlarının ücretlerinden bağımsız ya da kısmen bağımsız bir şekilde karşılanmasını sağlayacak, parayla alım satımın olmadığı kooperatifler inşa etmek. Daha da somutlayayım. Ben elimdeki ihtiyaç fazlası giyecek, varsa yiyecek ve kültür ürünlerini (kitap, cd vb.) getirip kooperatife veriyorum. Bir başkası da aynı şeyi yapıyor. Bir diğeri de. Böylece kooperatifin elinde belli bir yiyecek ve giyecek stoku oluşuyor. Ben, ihtiyaç duyduğum zaman kooperatife gidip giyecek, yiyecek ve diyelim ki, kitap alıyorum. Zaman içinde kooperatif gelişiyor ve barınak işine de el atıyor. İşin içine para girmeden, inşaat işçileri kooperatifi üyeleri boş zamanlarında gelip, bir karşılıklı yardımlaşma örneği olarak bizim bölgemizde ev inşasına girişiyorlar (elbette arsa bir sorun. Bu, ya hazine arazilerinin işgaliyle sağlanabilir ya da zorunlu olarak arsa satın alınarak. Kooperatif bu noktada ister istemez para ilişkilerine zorunlu olarak bir miktar girmek zorunda kalacaktır. Tehlikeli bir alan ama zorunluysa kaçınılamaz). Bunun karşılığında biz de inşaat işçileri kolektifine ihtiyacı olan bir şeyler veriyoruz, ya mal olarak ya da emeğimizle. Böyle binlerce küçük kooperatif, kolektif, komün, yerel dayanışma örgütü kurulduğunu ve bunların kaotik bir şekilde birbiriyle dayanışma ilişkisine girdiğini düşünün. O zaman, işçilerin ya da çalışanların ücrete, dolayısıyla sisteme bağımlılığı azalacak ve işçiler patronla talep pazarlığında kendilerine daha güvenli olacaklardır. Doğrusu, taleplerin gerçekleşmesi için taleplere bağımlılığın azalması gerekiyor.
O gün 1 Mayıs meydanında baktım da, on binlerce insan, şu ya da bu şekilde umut bağladıkları örgütlerine veriyorlar potansiyellerinin çoğunu. İnsanların kafalarına yerleştirilen model şudur: Biz bir örgüte destek veririz, o örgüt büyür ve gelişir, en sonunda devrimi gerçekleştirir, biz de kurtuluruz. Ama bu boşuna bir umuttur. Böyle bir kurtuluşun mümkün olmadığı iki yüz yıldır yaşanan ve büyük acılara ve fedakârlıklara mal olan yüzlerce deneyle kanıtlandı. İsteyenler bir kere daha deneyebilirler ama bir bilim adamı aynı deneyi yüz kere yapıp aynı sonucu aldığı için nasıl artık ısrar etmezse, toplumsal mücadele alanında da yüzlerce kez denenmiş bir şeyi, sonucunu bile bile denemeye kalkışmak pek akıl kârı değildir. Sonuç yine hüsran olacaktır. Oysa o meydandaki on binlerce, yüz binlerce insan o muazzam enerjisini, aralarındaki yapay örgütsel bariyerleri de aşarak yeni özdeneylere akıtsa ne muazzam bir yaratıcı güç ortaya çıkardı.
Şundan emin olmalıyız ki, bu tür deneylere en önce karşı çıkacak olanlar bizzat “devrimci” örgütler olacaktır. Onlar, özinisiyatiften, devletten bile daha fazla rahatsız olurlar.
1 Mayıs’lar, her türlü örgüt otoritesinin yıkılıp türlü türlü özörgütlenme deneyimlerinin hayata geçeceği günleri de müjdelesin.
Gün Zileli
2 Mayıs 2012