H. İbrahim Özkurt / VE ÇELİĞE YENİDEN SU VERMEK İÇİN?
Köy yaşamı demek, (her ne kadar Marks köylü için “Bir çuval patates” benzetmesiyapsa da)yarı komünal yaşam demekti. Yani, karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve iş birliklerinin, koşulların el verdiği ölçülerde sürdürüldüğü bir yaşam. Bizde söz konusu köylü yaşamına İMECE denirdi.
1840’li yıllarda Avrupa genelinde insanların %75’i köylerde yaşamaktaydı. Dünya ortalaması ise, %90 civarındaydı. Avrupa’da bilimi ve bilimsel üretim tekniklerini sahiplenen burjuvalar, toprağın ve zanaatın yanı sıra yeni bir üretim biçimi başlatır. Köylerde yaşayan köylüler yavaş yavaş kentlere, kentlerin fabrikalarına çalışmaya gelirler. Yeni üretim ilişkileri içinde işçi statüsü ile anılan geçmişin köylü gençleri, köy yaşamındaki yarı komünal kültürlerini, yani karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve iş birliklerini fabrikalarda da sürdürürler. Birinci kuşak işçi sınıfını teşkil eden bu işçiler, komünal kültürleri gereği adına yardımlaşma sandığı denen sendikalar kurarak örgütlenirler. Hatta ilk sendika kurma girişimini 1834’te İngiltere’de tarım işçileri başlatır.
Marks, komünal kültürle kentlere gelen birinci kuşak işçi sınıfına, devrimin öncülüğünü ve komünizmin kurucu misyonunu yükler. Oysa Marks, birinci kuşak işçi sınıfının zamanla özünden koparılarak komünal değerlerini yavaş yavaş yitirerek sisteme entegre olacağını görmüştü. Zira Marks, henüz birinci kuşak işçi sınıfının dönemi olan 1844’deki el yazmalarında “İnsan, kendi emeğinden, yaşamından, özünden koparılmış durumda” der. Ama, özünden kopan işçi sınıfına hak etmediği bir misyon yükleyerek, ikinci ve daha sonraki kuşak işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkilerinde giderek komünal özünü de devrimci özünü de tamamen kaybedeceğinin hesabını neden yapmadı bilemiyorum? Ben, bunun için Marks’ın suçlanamayacağını ama diyalektiği rehber edindiğini vazedenleri, yani günümüz Marksistlerini suçluyorum. Zira Marks “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor” diyerek ve yeterince antropolojik verilere sahip olmadığından, yani ilerlemeci bir paradigmaya sahip olduğundan, komünal özünü tümden kaybetmeyen birinci kuşak işçi sınıfından devrim beklemekteydi ve Avrupa’daki devrimin Dünya’ya yayılabileceğini sanıyordu.
Marks yine; “Yeni insanın, yani komünal insanlığın yaratılması, kapitalist toplumdan komünist toplumun birinci aşamasına geçişin yaşanacağı dünya-tarihsel toplumsal devrim döneminde gerçekleşir” der. Marks’ın bu saptamasını, zamanının köylülüğünü gerçek anlamda tahlil etmediğinden doğru bulmuyorum. Madem köylü toplumu komünal insanlık kültürüne sahip değil ve “bir çuval patates”, o halde en başından komünal insan olmalarına yönelik örgütlenme sistematiği önermesi gerekirdi. Oysa devrim döneminde komünal insan yapılacaklarını söylüyor. Üstelik o dönemde Avrupa’da bile insanların %85’i köylerde yaşamaktaydı ve “bir çuval patates” değil, komünal değerlere sahiptiler. Nedense ideolojik ve fiili öncülüğü, kapitalist üretim ilişkileri içinde komünal özünü her geçen yitiren işçi sınıfına bırakıyor.
Kısacası, 1844’lerde bile komünal özünden kopuş varsa, ikinci, üçüncü ve daha sonraki kuşaklarda daha da derinleşecek demektir. Günümüzün işçi sınıfının özünün ise, ne durumda olduğu malum ama nedense Marksistler hâlâ işçi sınıfından medet ummaktalar. Sanırım Marks’ın yanılgısı, ilerlemeci paradigmaya sahip olarak, sadece işçi sınıfına misyon yüklemesi ve devrim beklemesiydi.
Neyse ki Aynı Marks, diyalektik düşünerek ve yaşananları gözlemleyerek 1882 yılının Ocak ayında Komünist Manifesto’nun yeni Rusça baskısına yazdığı önsözde;“Rusya’daki ortak toprak mülkiyeti komünist gelişmenin başlangıç noktası olarak işlev görebilir” der ve “Bugün her şey nasıl da çok farklı! Rusya, Avrupa’daki devrimci hareketin öncülüğünü yapıyor. Rus Devrimi, Batı’da bir proletarya devriminin habercisi haline geliyorsa, bu ikili birbirinin tamamlayıcısıdır” der. Çünkü “ikili” dediği Rusya’daki köy komünleri son derece etkili o dönem. Yani “bir çuval patates” değil.
Marks’tan bu yana köprülerin altından çok sular aktı. Günümüz işçi sınıfında ise, devrimci özü ara ki bulasın. Bu da demektir ki, günümüz koşullarında komünal inşayı işçi ve emekçi büyük insanlık ortaklaşa kotarabilir. Tabii ki, komünal bir yaşam inşa edilebilmesi için de Marks’ın dediği gibi, ‘devrimci dönüşüm döneminde’ değil, bugünden çalışma ve yaşam alanlarında komünal insan olmaya ve devrimci öze kavuşmasına yönelik sosyal, ekonomik, kültürel ve de politik örgütlenmelerin üretilmesi gerektiği.Zira işçi sınıfının burjuvalar gibi zamanımızın yapay zekâ bilimini ve üretim tekniklerini sahiplenip, yeni bir üretim biçimine geçerek devleti de yönetilebilecek formata getirerek sönümlemesi zaten mümkün değil.
Bu da demektir ki, tartışılması gerekenin; devletin karşıtı olan komünal yaşamın işçi sınıfının öncülüğünde mi yoksa günümüzün tüm emekçi dinamiklerince mi kurulup kurulamayacağı? Bir de sormak istiyorum? Zaten devlet sönümlenince komünal yaşam köy, kasaba ve belediyelerde-kentlerde inşa edilmeyecek mi? Devrimci dinamikler Devleti ele geçirmeden önce yaşam alanlarında doğrudan demokratik yöntemle örgütlenerek, komünal özyönetimleri önceden niye başlatmasınlar? Üstelik, devlet iktidarı ele geçirilince devletin sönümlendirilme olasılığı yok. Zira denendi ve tüm uygulamalar çöktü. Üstelik Marks’ın misyon yüklediği birinci kuşak işçi sınıfı da yok. Zaten komünal inşa için iki seçenek var. Ya devleti ele geçirerek ya da öncesinden sönümleyerek. “İnsanlık kendiliğinden komünist topluma ulaşacak” diyenlerle tartışma gereği bile duymuyorum.
Demem şu ki, günümüzde insanların sadece yüzde kırk üçü köylerde yaşamakta. Avrupa’da ise bu oran yüzde üç ile beş arasında. Bu da demektir ki, (Marks’ın tespitine göre de) günümüzde tümüyle insan doğasına aykırı üretim ilişkileri yaşayan ve özünden kopan işçi ve emekçilerin, klasik Marksist-Leninist örgütlenme sistematiği ile yarı komünal bir kültüre sahip olmaları bile mümkün değil. Zira bu örgütlere üye olmak, mücadele etmek, komünizmin ne olduğunu bilmek, istemek yetmez, komünist insan olmak gerekir. Yani sosyal, ekonomik, kültürel ve politik ilişkiler ağı kurarak yeniden dayanışma, karşılıklı yardımlaşma ve işbirlikleri örmek gerekir ki özüne kavuşabilsin. Aksi halde devrim bile yaşansa, devleti sönümleyip yaşamı komünleştirmek mümkün değil.
Ayrıca, devletin karşısına Halkın doğrudan kendisinin çıkması ile temsilcileri olan partilerin çıkması çok farklı. Devlet, partiyi kapatır ama halkı kapatamaz. Halkın doğrudan örgütleri olan Meclislerini dağıtması o kadar kolay olamaz. Hele de komünal öze kavuşan insanları hiç değil. Dağıtmak isterse devrimi körüklemiş olur. Zaten devletle hesaplaşmadan komünal bir yaşam kurulamayacağına göre buna da hazır olmak, meclis örgütlenmelerini öz savunma dahil her alanda tahkim etmek gerekir.
O HALDE, GÜNÜMÜZÜN İŞÇİ VE EMEKÇİLERİNİN KOMÜNAL YAŞAMI KURMALARI İÇİN????
Emekçi insanlığın komünal yaşam inşa edebilmesi için, Marks’ın dediği gibi komünal insan olunması, bunun için de komünal insanın “yaratılması” gerekir. Diyelim ki, devrimin ideolojik ve fiili öncüsü işçi sınıfı ise, önce işçi sınıfının komünal insan olması gerekmez mi? Yani, öylesine ekonomik, sosyal, kültürel ilişkiler geliştirilmeli ki komünal insan olunabilsin. Üstelik Marks “İnsanların varlığını belirleyen bilinçleri değil toplumsal varlıklarıdır” der. Ama sendikaların ve partilerin özünden koparılmış olan işçi sınıfının toplumsal bir varlık olabilmesine yönelik herhangi bir örgütlenme sistematikleri de yok ve hiç olmadı. Bu da demektir ki, emekçi büyük insanlık olarak günümüz koşullarında komünal insan olabilmenin yollarını Marks’ın tespitinden hareketle bulabiliriz.
Komünal insan olabilmek, Marks’ın deyişiyle “toplumsal varlık” olabilmek için her şeyden önce, kadınların, gençlerin, işçi sınıfı ve diğer emekçi insanlığın yeniden günümüzün koşullarına uygun karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve iş birlikleri yapacakları şekilde örgütlenmeleri, kendi aralarında komünal ekonomik yaşam başta olmak üzere sosyal ve kültürel ağlar kurmaları gerekir. Aksi halde partilerin verdiği bilinçle SUYU ALINMIŞ, “ÖZÜNDEN KOPARILMIŞ” toplumsal varlık olma kapasitesini yitirmiş işçi ve diğer emekçilerle komünal yaşam inşa edilemez.
Bir örnek daha vermek istiyorum. Herhangi bir kerestenin kurtlanıp çürümemesi için, kerestenin içindeki hava, vakumlama sistemi ile emilir ve kerestenin çürümesi önlenerek ömrü uzatılır. Aksi halde kerestenin kurtlanarak çürümesi kaçınılmazdır. Kısacası, onlarca yıldır için için çürümeye başlayan günümüzün işçi sınıfı ve diğer emekçi dinamikleri tamamen çürümeden daha kaç yıl geçecek merak ediyorum. Çok değil gibime geliyor. Bu da demektir ki, günümüzün başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi büyük insanlığının daha da çürüyerek çöküş yaşamaması ve dahi çelik gibi irade kazanabilmesi yani toplumsal varlık olabilmesi için gerekli örgütlenmelerin bir an evvel üretilmesi gerekmiyor mu?
GÜNÜMÜZ KOŞULLARINDA KOMÜNAL YAŞAMIN İNŞASI TEK BİR SINIFIN İŞİ DE OLMAMALI!
Zira, günümüzde ekolojik sorunlar ile toplumsal sorunların birlikte ele alınması bir yana, kapitalizm sorun üstüne sorun ürettiği için kadınlar başta olmak üzere işçi sınıfı, prekarya, ve gençler vd. dinamikler, bir yandan kendi aralarında, diğer yandan karşılıklı olarak dayanışma, yardımlaşma ve işbirlikleri inşa etmeliler ki, komünal öze dönen emekçi insanlar, kapitalizmi, kapitalist devletleri yavaş yavaş ayrık otu gibi sarıp sarmalayarak tasfiye edip, doğayla da uyumlu toplumsal- ekolojik devletsiz bir yaşam inşa edebilsin.
Çalışma alanlarından başlayalım
İşçi sınıfı, temsili demokrasi ile işleyen sendikal örgütlenmeyi radikal bir anlayışla terk edip, doğrudan demokratik MECLİSLER (Sovyet-Konsey) şeklinde örgütlenmeli. Aralarında her tür dayanışma, karşılıklı yardımlaşma ve iş birliklerini içeren AĞLAR kurmalılar. Çalışma alanlarında yürütecekleri ekonomik-demokratik-politik mücadelenin karar süreçlerine doğrudan demokratik yöntemle aracısız ve temsilcisiz katılmalılar. İşçi meclisleri, işkolu gibi ayrımlar yapmadan aralarında her tür dayanışma, karşılıklı yardımlaşma ve iş birlikleri geliştirmeliler. Bunun için yöresel, bölgesel, ülkesel ve gezegen çapında işlerlik kazanacak şekilde AĞ’lar kurmalılar. Ancak böyle örgütlenince, demirleşen işçi sınıfı yeniden çelikleşebilir. Üstelik böylelikle enternasyonalizm sözde değil, özde işlemeye başlar.
Yaşam alanlarına gelirsek…
İşçiler dahil diğer tüm emekçi dinamikler, yaşam alanlarını (Köy-Kasaba-Belediye ve Kentler) doğrudan bizzat kendileri yönetmek üzere DOĞRUDAN DEMOKRATİK MECLİSLER şeklinde yurttaş kimlikleri ile örgütlenmeliler. Bunun için gerekli kurumları üretmeliler ki, belediyelerini doğrudan demokratik yöntemle yani tüm siyasi kararları ortaklaşa alarak yönetebilsinler.
Meclislerinde sadece yönetmek için değil, komünal insan, Marks’ın deyişiyle “toplumsal varlık” olabilmenin olmazsa olmazı olan karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve iş birlikleri için gerekli kurumları oluşturmalılar.
Söz konusu kurumlar neler olabilir?
İhtiyaç amaçlı üretim ve tüketim kooperatifleri kurabilirler. Emekli öğretmenler meclis üyelerinin çocuklarına kurslar verebilirler. Kiralanacak bir mekânda her tür sosyal, ekonomik, kültürel faaliyetler sürdürülür. Çalışan çiftler için kâr amacı gütmeyecek fiyatlandırma ile akşamları organik yemek verilebilir. Yine öğrenciler için her tür yiyecek ve içecek ihtiyaçları karşılanır. İşsiz gençler birlikte üretim kooperatifleri kurabilir. Ulusal ve uluslararası diğer kooperatiflerle karşılıklı değiş tokuş dahil ekonomik ağlar kurulabilir. İlk yardım ve sağlıklı yaşam için klinikler oluşturulabilir. Uzatmayayım, amaç toplumsal varlık olmak adına her yaşam alanı meclisi kendilerinin ihtiyaç duyacağı daha nice komünal kurumlarını kendileri üretirler.
Üstelik, söz konusu meclis üyeleri ayrıştırıcı, dışlayıcı, ötekileştirici etnik ve cinsel vd. kimlikler yerine, yurttaş kimliği ile kendilerini ifade edeceklerinden, burjuvazinin dini olan milliyetçilik meclislerde sönerek, İNSAN KİMLİĞİ öne çıkarılır.
Kentlerdeki yaşam insanı Doğaya da yabancılaştırmıştır. Dediğim gibi insanlığın %57’si kentlerde yaşamakta. Son zamanlarda ekoloji ve çevre hareketleri çoğaldı. Zira burjuvazi doğaya, doğal kaynaklara saldırısını artırdı. Büyümek için başka seçeneği yok. İnsanlığın da kapitalizmden kurtulmaktan gayrı seçeneği yok. Yok da, antikapitalist, antiemperyalist olmak, sürekli mücadele etmek, protestoda bulunmak, mevcut hukuk sistemleriyle hak aramak, burjuvazinin mahkemelerinde uğraşmak yetmez, karşı hegemonya da oluşturmak gerekir. Diyalektiği rehber edinerek, çöken reel sosyalizmin çöküş nedenlerini sorgulayıp toplumsal, ekolojik temelli karşı paradigma oluşturmak gerekiyor. Ne var ki, çöküşün nedenlerini dahi tartışamıyoruz. Çünkü çöküş yerine yenilgi denerek tartışmanın önü kapatılıyor, diyalektik ise sözde kalıyor.
1 Temmuz 2025