İbrahim Özkurt / Değişmeden Değiştiremeyiz
Diyalektiğin en temel yasası değişim yasasıdır. Bu yasayı solcular sürekli anımsatır ama birçoğu kendisini değişime tamamen kapatır. Hatta değişmediğini gururla haykıranlar bile var. Örneğin; Lenin’in 1900’ların başında kurguladığı “çoğunluğun iktidarına dayalı demokratik merkeziyetçiliği” “sosyalist demokrasi” ya da “işçi sınıfı demokrasisi” diye bellediklerinden (yaşanan pratiğin aksini kanıtlamasına karşın) asla sorgulamazlar ve değiştirmeyi düşünmezler. Günümüzün tüm parti, sendika, dernek, meslek örgütleri gibi sol örgütler de söz konusu kurguyu vazgeçilmezleri olarak işletmeye devam ederler. Oysa demokrasi, her insanın içinde yaşanılan sorunların çözümüne dair karar süreçlerine doğrudan katılımıdır. Lenin’in kurgusunda ise, tam yetki ve inisiyatif ile örgütlerini yöneten yönetim kurulları vardır ve örgütleri adına tüm kararları alma yetkisine sahiptirler. Söz konusu kurguda üyeler karar süreçlerine katılamazlar. Aksine, yöneticilerin aldığı kararları sorgulamaksızın uygulamakla yükümlüdürler. Kısacası, dünyamızın hiçbir Leninist partisinde kurgunun demokratik yanı işlememiştir. Zaten işlemesi de mümkün değil. Garip olan, üyelerinin bile karar süreçlerine katılamadığı bir kurguya hâlâ sosyalist demokrasi denmekte, sorgulanması, değiştirilmesi ve geliştirilmesi düşünülmemekte, sosyalist rejimlerin önce parti sonra da tek adam diktatörlüğüne evrilerek çöküşleri yenilgi olarak değerlendirilip maalesef diyalektiğin değişim yasası sözde kalmaktadır.
Çözüm ise politika yapmakta….
Günümüzde politikayı bir avuç profesyonel politikacı yapmakta ve gezegenimizin ne insana ne de diğer canlı doğaya dair çözülebilmiş herhangi bir sorunu bulunmakta. Söz konusu profesyonel politikacıların bir kısmı burjuvazi, diğer kısmı ise proletarya adına politika yapmakta. Aslında burjuvazi adına yapanlar burjuvazinin hizmetkârlarıdır ve burjuvaların aldıkları politik kararları uygulamakla yükümlüdürler. Bunlar burjuvaziye rağmen politik kararlar alamazlar.
İşçi sınıfı adına politika yapanlar ise, işçi sınıfına danışmazlar. Zaten işçi sınıfı politik hayvan vasfına da sahip değil. Böyle olunca işçi sınıfı adına politika yaptığını iddia eden solcu profesyoneller kendi ezberleri ile güya politika yaptıklarını sanıyorlar. Dediğim gibi bunlar diyalektik düşünme yetisine de sahip değiller. Marksizm’in kurucu babaları yaklaşık 175 yıl önce ne söylemişlerse sorgulamaksızın doğru kabul ederek uygulamaya devam ederler. Üstelik yaşatılan pratiklerin başarısızlıkları kanıtlanmışken… Bu nedenle politikayı bir an evvel profesyonellerin elinden alıp doğrudan kendimiz yapar hale gelemezsek hızla yok oluşa doğru gidebiliriz.
Üstelik türümüz (Aristotales’inde tespit ettiği gibi) “politik hayvandır”. Bu, bir insanın içinde yaşadığı sorunların çözümüne dair karar süreçlerine doğrudan katılamazsa söz konusu “politik hayvan” olma vasfına sahip olmaması demektir. Bir insan 3 dakika nefessiz kalır, üç gün susuz kalır ve altmış gün aç kalırsa ölür. Türümüz politika yapmadan daha ne kadar yaşayabilecek merak ediyorum. Ben, türümüzün biyolojik ve kültürel evrimini politika yapabilme özelliğine sahip olmasında görüyorum. Zira, türümüz politika yapamasaydı dayanışmayı, karşılıklı yardımlaşmayı ve paylaşmayı, kısacası toplumsal varlık olma vasfını başaramasaydı sanırım önceki insan türleri gibi yok olup gidebilirdi. Bu nedenle, politik insan olma vasfımızı yeniden kazanmaz, dayanışma, karşılıklı yardımlaşma (mutual aid) ve paylaşma başta olmak üzere toplumsallaşarak tüm sorunlarımızı ortaklaşa çözemezsek muhtemelen sorunların altında kalıp yok olacağız. Bu nedenle büyük insanlık için politika yapmak nefes almak kadar yaşamsal diye düşünüyorum.
Bitkiler dahil tüm canlılar (Köpekler, kediler, kuşlar, karıncalar vd.) kendilerine karşı olumsuz her davranışa tepki verir hatta itiraz eder. Bu ,canlı olmanın bir özelliğidir. Günümüzü insanları protestolarını, hukuk mücadelelerini vb. itiraz ve tepkilerini politika yapmış saymaktalar. Oysa bu davranışlar canlı olmamızın gereğidir. Politika, kendimize ve çevremizdeki olup biten her şeye dair karar alma süreçlerine katılmaktır. Bu gösteriyor ki, yüzde doksan dokuzumuz politika yapmıyoruz. Yaşam alanlarımızın yönetim süreçlerine katılır, aramızda insan olmanın gereği olan dayanışma, karşılıklı yardımlaşma gibi ilişkileri kuramazsak politika yaptığımızı düşünmeyelim.
İdeolojiler inanç haline mi geldi?
Malum, inançlar değiştirilemez. Değiştirilmediklerine göre ideolojilere de inanç demek yanlış olmaz. Kısacası, iki tür inanç arasına sıkışmış olan emekçi insanlık bu cendereden kurtulmak için politika yapabileceği yol ve yöntemi bulmalı ve ona göre örgütlenmeli. Aksi halde ne kendisinin ne de diğer canlı doğanın felaketlerinin önlenmesi mümkün olacak.
Mevcut sömürü ve talan çarkından kurtulmak istiyorsak “her şeye kadir olan” yüzde birin karşısındaki emekçi büyük insanlık olarak, politikanın öznesi olabileceğimiz doğrudan demokratik yöntemi işleterek politik insan olmak zorundayız. Zira içinde yaşadığımız sorunlar doğrudan demokratik yöntemden başka bir yöntem ile çözümlenemez. Son yıllarda dikkatimi çeken bir husus da, yazar çizerlerin ezici çoğunluğunun sürekli alışılmış düşünme kalıplarına göre yüzeysel durum tespitleri yaparak çözüme dair tek cümle kurmamalarıdır. Çünkü çözümleri var. Ne mi? “Yenildi” dedikleri sosyalizm.
Kalıcı çözüm perspektiflerine ve ortak mücadele hattına sahip olmasalar da son zamanlarda Kadın mücadelesi görünür hale geldi. Talan edilen yaşam alanlarını korumak adına köylüler ayağa kalktı. Çok zor durumda olan işçiler yine direnmekte. Bir avuç solcu tüm bu direniş ve mücadelelere omuz vermek için çırpınmakta, protesto ve hukuk mücadelesinde direnişçilere destek olmaktalar. Bunların yeterli olmadığı aşikâr. Sol partiler malum ezberlenmiş alışkanlıklarından arınarak günümüzün sorunlarına tüm emekçi güçlerin ortaklaşa katılacağı örgütlenme yol ve yönteminden çok uzaktalar ve sanki yeni bir sonuç alacaklarmışçasına iktidarcılık oynamaktalar.
Altını bir kez daha çizmekte fayda var. Yüzde doksan dokuzun kendilerini ifade edebilecekleri doğrudan demokratik örgütlenme sistematiklerini üreterek, devleti ve özel mülkiyeti birlikte sonlandırmanın yoluna girilmeden kalıcı başarı olası değil. Zira daha önce özel mülkiyeti sonlandıran sosyalist ülkeler devleti daha da güçlendirerek komünizme gidişi yakınlaştırmak şöyle dursun daha da uzaklaştırmaktan öte işlev göremediler ve çöktüler. Bugün Dünya solu marjinal konuma geldi ise, bunun yegâne sorumlusu devletçi sosyalizmdir. Üstelik Marks hiçbir yazısında sosyalist devletin komünizme giden yolun önünü açabileceğine dair tek cümle de kurmamıştı. Zaten Marks, komünizm öncesi sosyalist bir devletten söz etmez.
Başarmak istiyorsak, yaşananları diyalektik olarak sorgulayıp, insan doğasına uygun olan doğrudan demokratik örgütlenme sistematikleri üretirek, emekçi insanlığa önce umut vermek sonra da politikayı doğrudan yapmalarının yegâne yöntemi olan doğrudan demokratik yöntemle örgütlenmelerine önayak olmak ve bir an evvel gidişatı sonlandırmak durumundayız. Böylece doğrudan demokrasi ile siyaset, profesyonellerin yurttaşlara yaptığı değil; yurttaşlar tarafından yapılan bir şey haline gelir. Yurttaş, sürü ve kitle değil özneleşir de. Aksi halde bir Dünya devrimi de yaşansa ne yapacaklarına, nasıl bir komünal yaşam inşa edeceklerine dair projesi olmayan ve yönetilmekten kurtulamayan emekçi insanlık devrimini koruyamaz ve bir kez daha devrim elinin altından kayar gider.
Bu yazının düşündürdükleri.
1. Politika ve politika yapmak nedir?
2. Doğrudan demokrasi nedir ve sonsuz özgürlükten farkı nedir?
3. Örgütlülük nasıl olmalıdır? Güçlü olmak için mi yoksa gücü çözmek için mi?
Güçsüzlüğün örgütlemesi nasıl bir duygu oluşturuyor?
Bu soruları bana düşündürttüğü için teşekkürler…
Hasan arkadaşım,
Düşündüklerini paylaşırsan seviniriz.
Zaman zaman çeşitli ortamlarda dile getirmeye çalıştığım bir yaklaşımı derli toplu ele almış. Diyalektiği her fırsatta savunup, değişim yasasına en fazla direnenler, “zincirinden başka kaybedeceği hiç birşeyi” olmayanlar değil, iktidarlarını veya olası iktidarlarını kaybetme endişesi taşıyan dogmatik düşüncelerdir.